Burada yazacağım neredeyse her şey varsayımsal olacaktır. Ancak aralarından vereceğim ilk varsayım, galiba günümüz gençlerinin (özellikle Z kuşağının) en büyük kaygılarından biriyle ilgilidir. Atatürk, aldığı kararları ve yaptığı atamaları her zaman toplumun azami yararını gözeterek gerçekleştirmiştir. Eğer 20 sene daha yaşasaydı, bu ilkenin tersine hareket eden; eş, dost, akraba ve tanıdık ilişkileri üzerinden çıkar sağlamaya çalışanları gözünün yaşına bakmadan cezalandıracağını düşünüyorum. Ama asıl konumuz bu değil…
Bugün Türkiye Ekonomisi dersi için Atatürk hakkında bir ödev hazırlıyor olmam tesadüf değildir. Mustafa Kemal, ölümünün üzerinden uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen hâlâ bu denli önemli bir kamusal aktör olmaya devam etmektedir. Bu durumun sebebi, tarihsel kişiliğinin dönemine göre benzersiz oluşu ve ileri görüşlülüğünün günümüzde bile az rastlanır bir şahsiyete işaret etmesidir. Onun tarihsel kişiliğinin kendi döneminin ötesine taşan vizyonundan, akıl ve bilimi rehber edinmesinden, toplumsal yapıyı ve devlet düzenini çağdaş değerler doğrultusunda kökten dönüştürme çabasından kaynaklanır. Bugün dahi toplumsal, siyasi ve ekonomik alanlarda karşılaştığımız sorunların bir kısmı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında atılan temellerin zamanla aşınması ya da onların yerine yenilerinin konmamasıyla ilgili yapısal eksikliklerden beslenir. Bu nedenle Atatürk, yalnızca tarihî bir lider değil, geleceğe yön veren bir fikirler bütünüdür. Öte yandan, Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı dönemden beri bir türlü çözülemeyen sorunların toplum olarak “zaman bavulu” benzeri bir yükle bugüne taşınması da bu etkileyici konumda rol oynar. İşte bu yüzdendir ki Atatürk, her zaman toplum için önemli bir kamusal aktör olacaktır.

UNESCO’nun 1981’de Atatürk’ün 100. doğum yılını “Atatürk Yılı” ilan ederken yaptığı açıklama, onun evrensel önemini şöyle vurgular: “Atatürk, uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün bir kişi, UNESCO’nun yetki alanlarında yenilikler gerçekleştirmiş bir inkılapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önderlerden biri, insan haklarına saygılı, insanları ortak anlayışa ve devletleri dünya barışına teşvik eden, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşi olmayan bir devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.”
Atatürk, toplumun çağdaşlaşması için akıl ve bilimi esas alan bir devlet yapısı öngörmüş; ulusal egemenlik, laiklik, halkçılık, kadın hakları, eğitim reformları ve devletçilik gibi ilkeler doğrultusunda büyük bir dönüşüm inşa etmiştir. Bu değerler, insan haklarına saygıyı, hukukun üstünlüğünü ve ortak bir barış idealini merkeze alan; uluslararası ölçekte anlaşılır ve takdir edilen bir vizyonun parçalarıdır. İşte bu nedenledir ki onu bugün hâlâ tartışmasız önemli bir aktör kılan unsur, döneminin çok ötesindeki bu küresel ve bütüncül yaklaşımlardır.
Atatürk’ün yaşamının son yıllarında ve öldüğü dönemde dünya olağanüstü bir çalkantı içindeydi. 1929 Dünya Ekonomik Buhranı, küresel finans piyasalarını altüst etmiş, Avrupa başta olmak üzere birçok ülkede hayat pahalılığı, işsizlik ve toplumsal çöküşü tetiklemişti. Almanya ve İtalya’da diktatörler yükselmiş, İspanya’da iç savaş patlak vermiş, Portekiz’de diktatörlük hüküm sürmeye başlamıştı. Avrupa’nın büyük güçleri İngiltere ve Fransa, uzun savaşlar ve ekonomik çöküntüler sonrasında barış özlemi çekerken, ABD tarafsızlık iddiasına karşın ülke içinde sosyal programlarla ekonomiyi toparlamaya çalışıyordu. Öte yandan Japonya, Asya’da saldırgan bir tutum benimsemiş, sömürgeci ve yayılmacı politikalarını artırıyordu.
İşte böylesi bir dünya tablosu içerisinde Atatürk, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini ısrarla savunmuş, barışçı bir dış politika izleyerek Türkiye’yi büyük çatışmalardan korumayı başarmıştır. Ekonomide ise devletçilik ilkesiyle temel sanayi kollarını kurup milli kalkınmayı sağlarken, özel girişimleri de gerektiğinde desteklemekten çekinmemiştir. Bu yaklaşım sayesinde Türkiye, 1929’daki küresel krizi pek çok ülkeye kıyasla daha az yara alarak atlatmış, toplumsal yapıyı güçlendirecek adımlar atabilmiştir.
Atatürk’ün en büyük önceliklerinden biri de eğitimdir. Halkın okuryazar olmasına, bilgiye erişmesine ve eğitimin yalnızca belirli zümrelerin elinde kalmamasına önem veren Atatürk, Köy Enstitüleri başta olmak üzere çağın ihtiyaçlarına uygun eğitim kurumlarıyla bir kültür devrimi gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu tutum, bugün bile Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek en kritik unsur olarak görülmelidir. Zira çağdaş, laik ve bilimsel temellere dayalı bir eğitimin toplumsal kalkınmayı hızlandırdığı açıktır.

Atatürk’ün benzersiz tarihsel rolünü ve uluslararası önemini kavramak, onun yalnızca Cumhuriyet’in kurucusu olmasından değil, akılcı, bilimsel ve ilerici bir zihniyetle toplumu dönüştürmesinden kaynaklanır. Hâlâ güncel ve etkili bir kamusal aktör olarak görülmesinin nedeni ise kurduğu sistemin, inşa ettiği değerlerin ve benimsediği evrensel ilkelerin bugün bile yol gösterici olmasıdır. Atatürk’ün dünyaya bıraktığı miras, yalnızca bir millî kahramanın öyküsü değil, aynı zamanda küresel ölçekte barış, işbirliği, insan hakları ve çağdaşlaşmaya yönelik evrensel bir çağrıdır.
Atatürk’ün 1938’de vefatı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal gelişme rotasını doğrudan etkilemiştir. Varsayımımızda Atatürk’ün 1938 yerine 1958’e kadar yaşadığını ele alacak, bu sürede uygulayacağı politikaların 2024’teki Türkiye’yi iktisadi ve siyasi olarak nasıl etkileyeceğine bakacağız.
Tarihsel veri olarak 1938 yılı ekonomik istatistikleri (GSYH, nüfus, sektör payları) temel alacağız. Ekonomik simülasyon için reel büyüme oranları, fiyat düzeltmeleri, satın alma gücü pariteleri ve sermaye birikimi modelleri kullanacağız. Siyasi yapı tarafsız bir dil ile; tek parti rejiminden çok partili sisteme, Türkiye’nin 2024’teki muhtemel rejim ve ittifak yapısına kadar uzanan bir çizgide değerlendirilecek. Dönüşümler ekonomik temel kavramlar (sermaye birikimi, verimlilik artışı, AR-GE yatırımları, beşeri sermaye gelişimi) kullanılarak ele alacağız.
1938 Ekonomik Verileri (Yuvarlatılmış Değerler):
– GSYH: Yaklaşık 2 milyar ABD doları
– Nüfus: 17 milyon
– Kişi başına gelir: Yaklaşık 120 dolar
– Ekonomik yapı: %70 tarım, %20 hizmetler, %10’dan az sanayi payı
– Okuryazarlık oranı: %20-25 civarı
– Dış ticaret: İhracat ~71 milyon $, ithalat ~63 milyon $
1938 Siyasi Yapısı:
– Tek parti (CHP) yönetimi.
– Henüz çok partili hayata geçilmemiş.
– Devlet, ekonomik kalkınma ve modernleşmede öncü konumda (devletçilik politikası).
– Atatürk’ün liderliğiyle ulusal bütünlük, laiklik ve çağdaş kurumların inşası öncelikli.

1. Planlı Kalkınmanın Sürekliliği: Atatürk, Birinci ve İkinci Beş Yıllık Sanayi Planları’nı daha tutarlı bir şekilde uygular, 1940’larda savaş ortamına rağmen temel sanayi dallarını (demir-çelik, makine, kimya, dokuma) geliştirirdi.
2. Tarımsal Modernizasyon ve Köy Enstitüleri’nin Geniş Etkisi: Köy Enstitüleri’nin yaygınlaşmasıyla kırsalda okuryazarlık 1950’lerin sonuna doğru %60-70 düzeyine çıkabilir, tarımda traktörleşme ve mekanizasyon artarak verimliliği yükseltirdi.
3. Beşeri Sermayeye Yatırım: Eğitim reformlarına kesintisiz devam edilmesi, 1958’e gelindiğinde nitelikli işgücünü artırır, mühendis, öğretmen, doktor sayısında artış sağlanır.
4. Sanayi Kapasitesi Artışı: 1958’de sanayinin GSYH içindeki payı %10’dan %20’lere yükselir, toplam GSYH ise 2 milyar dolardan 5-6 milyar dolar düzeyine gelebilirdi. (yılda ortalama %5 reel büyüme varsayımıyla)
5. Dengeli Demokratikleşme: Atatürk, demokratikleşme sürecini kendi kontrolünde, aşamalı olarak devreye sokabilir, çok partili hayata geçişi 1940’ların ortalarında, toplumsal uzlaşıyı artırarak gerçekleştirebilirdi.
6. Uluslararası İlişkilerde Dengeli Tarafsızlık: İkinci Dünya Savaşı sırasında Atatürk’ün denge siyasetiyle Türkiye, savaşa girmeden ekonomik ve diplomatik çıkarlarını koruyabilir, savaş sonrası Marshall Planı gibi yardımları kendi sanayileşme politikaları doğrultusunda yönlendirebilirdi.
7. Bölgesel İşbirliği: Balkan Antantı ve Sadabat Paktı çerçevesinde bölge ülkeleriyle daha aktif işbirliği, dış ticaretin genişlemesine katkı yapardı.
8. GSYH ve Kişi Başına Gelir: Verimli sanayileşme, eğitimli işgücü ve teknolojik ilerleme sayesinde Türkiye 2024’e gelindiğinde kişi başına milli geliri ~20.000 dolar seviyesinde olan, yaklaşık 1,2 trilyon dolar GSYH’ye (reel büyüme ve sermaye birikimiyle ivmelenmiş bir ekonomi) sahip bir ülke haline gelebilirdi. Not: Gerçek tarihte 2024’e yaklaşırken Türkiye’nin GSYH’si 700-800 milyar dolar civarındadır (kauf gücü paritesi farklılık gösterebilir). Atatürk’ün 20 yıl daha yönettiği senaryoda sürdürülebilir sanayileşme ve beşeri sermaye yatırımları sayesinde bu rakamın en az %50 daha yüksek olması mantıklı bir varsayımdır.
9. Sektörel Dağılım: Tarımın 2024’te GSYH içindeki payı %10’un altına inerken, yüksek katma değerli sanayi ve hizmet sektörleri (otomotiv, makine, elektrik-elektronik, yazılım, finans, AR-GE) ön plana çıkabilirdi.1938’de tarım %70 paya sahipken, 2024’te bu oran %10 civarı; sanayi %30-35; hizmetler %55-60 düzeyinde şekillenir, Türkiye uluslararası rekabette güçlü bir ihracatçı konuma erişirdi.
10. Beşeri Sermaye ve Eğitim: Köy Enstitüleri gibi projelerin kalıcı etkisi, üniversite sayısı ve niteliğinin artması, 2024’te okuryazarlık oranını %99 seviyesine taşır, AR-GE yatırımları GSYH’nin %2-3’üne ulaşarak teknoloji tabanlı büyümeyi desteklerdi.Bu sayede Türkiye, sadece üretim değil inovasyon üssü de haline gelebilirdi.
11. Oturmuş Demokrasi ve Kurumsallaşma: Demokratikleşmenin 1950’lerden itibaren planlı ve istikrarlı bir şekilde gerçekleştirilmesi, askeri müdahalelerin önüne geçerdi. 2024 Türkiye’si, güçlü, tarafsız kurumları ve hukukun üstünlüğünün hâkim olduğu bir parlamenter demokrasiye sahip olurdu.
12. Dış Politika: Atatürk’ün çizdiği bağımsız, dengeci dış politika anlayışı, Türkiye’yi bugün AB, Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya’da saygın bir arabulucu ve istikrarlı bir ortak haline getirebilirdi. Stratejik konumu sayesinde Türkiye uluslararası kuruluşlarda (örneğin AB üyeliği veya benzeri bir bölgesel ittifak) daha fazla söz sahibi olabilirdi.
1938’den 2024’e gelirken enflasyon, reel büyüme ve satın alma gücü pariteleri dikkate alınmalıdır. Basit bir modelle:
– Yıllık ortalama %4,5-5 reel büyüme ile GSYH 1938-1958 arasında 2 milyar $’dan 6 milyar $’a, 1958-2024 arasında ise sanayileşme, teknoloji transferi, AR-GE yatırımının hızlanması ve beşeri sermaye gelişimiyle 800 milyar – 1,2 trilyon $ bandına ulaşabilir.
– Kişi başına gelir, istikrarlı büyüme ve nüfus artışı hesaba katılarak yaklaşık 120 dolardan (1938) bugünkü rakamlara satın alma gücüyle uyarlandığında, 20.000 dolar üzerinde bir seviyeye varmak mümkün görünmektedir.
– Bu varsayımlar temel üretim fonksiyonları, sermaye birikimi, verimlilik artışı ve beşeri sermaye katsayılarının yükseltilmesiyle sağlanmıştır.
Bu varsayımların neredeyse hepsi olumlu bir senaryo için geçerli ya olumsuz bir senaryo hayal etsek neler olabilirdi?
Devletçilik politikalarının aşırıya kaçması, özel sektörün yeterince gelişememesine neden olabilirdi. Girişimcilik ekosistemi oluşamaz, ekonomik dinamizm sağlanamazdı. Devlet işletmelerinin verimsiz çalışması, kaynak israfına yol açabilirdi. Uzun vadede, piyasa ekonomisine geçiş gecikebilirdi.
Büyük çaplı sanayi projeleri ve altyapı yatırımları için dış borçlanma gerekebilirdi. Borçların geri ödenememesi, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını tehlikeye sokabilirdi. Ekonomik büyüme yerine enflasyon ve mali kriz ortaya çıkabilirdi.
Atatürk’ün güçlü liderliği, siyasi ve toplumsal kararlarda merkeziyetçi bir yönetim yapısını pekiştirebilirdi. Yerel yönetimler zayıflayabilir, halkın yerel düzeyde temsil hakkı sınırlanabilirdi. Sivil toplumun gelişimi sekteye uğrayabilirdi.

Atatürk’ün güçlü liderliği altında, çok partili hayata geçiş gecikebilirdi. Demokratikleşme süreci ertelenebilir, halkın siyasal katılımı sınırlı kalabilirdi. Uzun vadede bu durum, siyasi kutuplaşmalara ve olası gerilimlere zemin hazırlayabilirdi.
Atatürk’ün modernleşme reformları, bazı kesimler tarafından sosyal değerler ve geleneklere bir tehdit olarak görülebilirdi. Kırsal ve muhafazakâr kesimlerde huzursuzluk ve direniş yaşanabilirdi. Reformlar, toplumun bazı kesimleri tarafından dışlanma hissine yol açabilirdi.
Atatürk’ün barış odaklı dış politikası Soğuk Savaş döneminde tarafsız bir tutum izlemeye yöneltebilirdi. NATO gibi ittifaklara geç katılım, güvenlik risklerini artırabilirdi. Batı ile ticari ve askeri ilişkilerde zayıflama yaşanabilirdi.
Atatürk’ün bölgesel liderlik vizyonu, komşu ülkelerle siyasi ve ekonomik gerilimlere yol açabilirdi. Yunanistan ve Balkan ülkeleri ile sınır sorunları yeniden alevlenebilirdi. Ortadoğu’da Türkiye’nin güçlü pozisyonu, diğer bölgesel aktörlerin düşmanlığını çekebilirdi.
Yerli üretime aşırı vurgu, yabancı teknoloji transferini yavaşlatabilirdi. Türkiye, sanayi devrimlerini yeterince hızlı yakalayamayabilirdi. Dünya ile rekabet edemeyen bir teknoloji üretimi ortaya çıkabilirdi.
Hızlı sanayileşme, şehirleşme sorunlarına ve çevresel bozulmalara yol açabilirdi. Büyük şehirlerde altyapı yetersizliği, sağlık ve konut sorunları ortaya çıkabilirdi. Doğal kaynakların aşırı kullanımı çevre krizlerine neden olabilirdi.
Reformların hızı, toplumun bazı kesimlerinde kimlik krizi yaratabilirdi. Geleneksel değerlerin kaybolduğu hissi, modernleşmeye karşı direnç doğurabilirdi. Toplum içinde modern ve geleneksel kesimler arasında çatışmalar yaşanabilirdi.
Eğitim reformlarıyla modern okullar açılırken, bazı bölgelerde eğitimsizliğin tamamen giderilmesi zorlaşabilirdi. Eğitim eşitsizliği daha da derinleşebilir, kırsal bölgeler ihmal edilebilirdi. 1938’de kırsal nüfus oranı %80. Reformların bu bölgelerde etkili olamaması, şehir ve kırsal arasında derin bir kutuplaşmaya yol açar.
Atatürk’ün 20 yıl daha yaşaması, Türkiye’ye birçok fırsat sunabileceği gibi, belirli risk ve olumsuz sonuçları da beraberinde getirebilirdi. Bu tür varsayımsal senaryolar, yalnızca liderin vizyonuna değil, aynı zamanda tarihsel, toplumsal ve uluslararası bağlama da bağlıdır.
“Atatürk 20 yıl daha yaşasaydı” varsayımında, Türkiye’nin ekonomik kalkınma süreci daha istikrarlı ve planlı devam edebilir, bugün çok daha yüksek bir refah düzeyine erişebilirdi. Beşeri sermayenin nitelikli artışı, sanayinin çeşitlenmesi, demokratikleşmenin sarsıntısız yaşanması ve dış politikada bağımsız bir çizginin sürdürülmesi, 2024 Türkiye’sini bölgesel ve küresel güç dengelerinde daha etkili bir aktör haline getirebilirdi.
Bu senaryo, tarihsel verilerin ekonomi biliminin temel ilkeleriyle harmanlanmasından doğan bir “mantıklı varsayım”dır. Gerçek dünyada farklı faktörler, savaşlar, küresel krizler ve iç dinamikler devreye gireceğinden sonuçlar asla kesin değildir. Yine de bu ödevin hedeflediği gibi, tek bir değişkenin (Atatürk’ün 20 yıl daha iktidarda kalması) siyasal ve iktisadi sonuçlarını hayal ederek, geçmişin verilerini geleceğin olası tablolarına aktarmak mümkündür.